25 Kasım 2014 Salı

Kanallar şehri, şiirsel güzelliği ile Amsterdam


Şu anda Amsterdam’ı yazmak için temiz bir sayfa açmış bulunuyorum ama ben sayfaya, sayfa bana boş boş bakıyor. Çünkü şehrin bana kendimi ne kadar iyi hissettirdiğini, Amsterdam’ı ne kadar sevdiğimi ve nasıl geri dönmek istediğimi hangi kelimelerle aktaracağımı bilemiyorum. En iyisi yavaş yavaş başlamak, kelimeler de umarım kendiliğinden dökülmeye başlar birazdan.

Amsterdam’a 2014 yılının Kasım ayında gitmek için, aylar öncesinden bir kampanyaya denk geldiğimde almıştım biletleri. Aslında çok uzun zamandır gitmek istediğim bir şehirdi. O sebeple biletleri aldığımda nasıl bir heyecan duyduğumu  anlatamam. Kasım ayında gitmek iyi bir fikir mi, acaba hava çok soğuk olur mu, çok yağmur yağar mı gibi sorular vardı aklımda. Oysa Kasım çok da güzel bir zamanmış Amsterdam’ı gezmek için. Sonbaharın en güzel renkleri bizi bekliyormuş sokaklarda.

Hava yağışlı değildi ama genel itibariyle kapalıydı. Güneş bir çıkıyor bir saklanıyordu bulutların arkasına. Buna rağmen çok soğuk da değildi hava. Yolculuk öncesi termal kıyafetlerimizi hazır etmiştik yine de, malum İzmir’in sıcağına alışmış bizlere Amsterdam soğuk gelebilir diye. Giydik de termallerimizi, iyi ki almışız, onlar olmadan bu kadar rahat gezemeyebilirmişiz.
 
Amsterdam Schiphol Havalimanı büyükçe bir havalimanı, ama çok karışık değil. Yönlendirmeler sayesinde gayet rahat bir şekilde yolunuzu buluyorsunuz. Yolculuk öncesi kalacağımız otelle yazışıp havalimanından otele nasıl gideceğimizi öğrenmiştim. Best Western Leidse Square’de kaldık. Otelin konumu çok iyi, birçok yere çok yakın. Müzeler bölgesine, Vondel Park’a, Heineken Experience’e yürüme mesafesinde. Barlar, restaurant’lar ve cafe’lerle çevrili, capcanlı bir yerde. Otel de gayet güzeldi, kaldığımız oda biraz küçük olmasına rağmen şikayet edecek başka hiçbir şey yoktu. Yine gitsem yine burada kalabilirim gönül rahatlığıyla.
 
Otele ulaşmanın en kısa yolu havalimanından çıkar çıkmaz karşınıza çıkan otobüs duraklarından 197 nolu otobüse binmek. 15 dakikada bir kalkıyor ve biletleri otobüslerin kalktığı yerden 5 €’ya alabiliyorsunuz. Otobüs yolculuğumuz yaklaşık 30 dakika sürdükten sonra 2 dakikalık kısa bir yürüyüşle otelimize vardık, eşyalarımızı otele attık ve hemen şehri keşfetmeye çıktık. Öncelikle aç olan karnımızı doyurmak istedik ve bir arkadaşımın tavsiye ettiği Burger bar’a gittik. Amsterdam’ın farklı birçok lokasyonunda şubesi olan bir hamburgerci burası. Sıraya girip siparişinizi söylüyorsunuz, elinize yuvarlak bir alet veriyorlar. Hamburgeriniz hazır olduğunda alet yanıp sönüyor ve gidip alıyorsunuz hamburgerinizi. Gayet güzel bir sistem. Angus burger yedik biz. Dana eti gibi ama daha tuzsuz gibi geldi bana ama gayet güzeldi. Karnımızı doyurup enerjimizi fulledikten sonra attık kendimizi yine  Amsterdam’ın güzel sokaklarına. Kendine has, şiirsel bir dokusu var şehrin, her yerde fotoğraf çekmek istiyorsunuz.
 
amsterdam-kanallari
 
İlk gün Çiçek Pazarı, Begijnhof, Kalverstraat, Dam meydanı, Red Light District derken harita üzerinde işaretlediğim yerlerin çoğunu farketmeden gezmişiz. Aslında amacımız yol yorgunu olduğumuz için çok açılmayıp otel civarlarında takılmaktı ama şehir bizi alıp götürdü resmen.

Begijnhof Amsterdam’ın en eski (Orta Çağ zamanından kalma) avlularından birisi. Çoğu özel konutlardan oluşan tarihi binaların çevrelediği bir avlu. Eskiden rahibelerin yaşadığı Begijnhof’ta bugün bekar kadınlar yaşıyormuş. İngiliz Yenilenmiş Kilisesi (English Reformed Church) nin de yer aldığı bu avlu, old city’nin diğer kısımlarından 1 metre daha derinde.


amsterdam-begijnhof

amsterdam-begijnhof

Avluda bulunan 34 numaralı (The wooden house) ev Amsterdam’ın en eski evi. Begijnhof’a giriş ücretsiz, 08:00 – 17:00 saatleri arasında ziyarete açık. Begijnhof’u şöyle bir turlayıp birkaç fotoğraf çektikten sonra kendimizi Kalverstraat’ta bulduk. Burası birçok mağazaya, restaurant ve cafeye ev sahipliği yapan Amsterdam’ın ünlü alışveriş caddesi. Aradığınız markayı bulmamak imkansız gibi bir şey. İstiklal Caddesini andırıyor biraz ama tabi ki daha düzenli ve özenli.
Burayı da gezerek Dam Meydanı’na çıktık, ordan da takip ettiğimiz yol bizi Red Light’a çıkardı.
Red Light District Amsterdam’ın en çok ziyaret edilen, en çok turist çeken noktalarından birisi. Restaurant, bar ve kafelerin yanı sıra esas olayı cam bölmelerin içinde vücudunu sergileyen hayat kadınları. Bu bölmelerin tepelerinde kırmızı ışıklar yanıyor. Bölge polis koruması altında ve kamera sistemi ile izleniyor. Red Light District’de birçok randevu evi, sex shop, coffee shop ve smart shop var.
Otelden buraya kadar yavaş yavaş da olsa yürüdüğümüz için bir adım daha atacak halimiz kalmayınca Red Light’ın tam kalbinde yer alan Old Sailor isimli bara oturduk, daha doğrusu içerden biralarımızı alıp barın kenarındaki duvara oturduk ve çevremizi izledik bir süre. Çevreyi izlemek için daha güzel bir mekan olamazdı herhalde.
Ertesi gün Rijksmuseum’un oraya gidip bir klasiği yerine getirip “i amsterdam” yazısının önünde fotoğraf çekildik, hemen önündeki cafede karnımızı doyurduk. Sonrasında başlayan yağmur kendimizi Heineken Experience’da bulmamıza sebep oldu.

 
amsterdam-heineken experience

amsterdam-heineken experience

amsterdam-heineken experience
 
amsterdam-heineken experience
 

Heineken Experience’ın biletlerini daha önceden almıştık web sitesinden kişibaşı 16 €’ya. Kapıdan alırsanız 18 €. Eğer biletli giderseniz kuyrukta beklemiyorsunuz. İçerisi çok rahat bir şekilde 2 veya 3 saatinizi geçebileceğiniz ve eğlenebileceğiniz şekilde dizayn edilmiş. Kesinlikle sıkılmıyorsunuz; bira tadımı yapıyorsunuz, interaktif oyunlar oynuyorsunuz, biranın yapılışını öğrenip, heineken şişesinin üstüne isim yazdırabiliyorsunuz. Çıkışta fiyata dahil olan kanal turunu  da unutmayın. Yarım saatlik çok keyifli bir tur yaptık. Kanal turu öncesi de Heineken mağazasından çeşit çeşit hediyelikler alabiliyorsunuz.


amsterdam-kanal-turu

amsterdam-kanal-turu
 

Ertesi günü hava durumu güneşli ve daha sıcak bir gün olarak gösteriyordu, biz de o günü Vondel park’da değerlendirmeye karar verdik. Gitmeden yanımıza abur cuburlar ve içecekler aldık ve saatlerce sıkılmadan parkta gezdik, yorulunca oturduk, bol bol fotoğraf çektik.


amsterdam-vondelpark

amsterdam-vondelpark

amsterdam-vondelpark

amsterdam-vondelpark

O kadar büyük bir park ki, içinde birden fazla gölet, cafe, oturma alanları, bisiklet yolları var. Bir yaz günü çimlerde yayılmak vardı, ama mevsim itibariyle mümkün olmadı bizim için.
Park dönüşü methini çok duyduğumuz Cafe de Klos’a gittik ve o meşhur kaburgalarından yedik. Gerçekten söylemeliyim ki, yok böyle bir lezzet.


amsterdam-cafe de klos

amsterdam-cafe de klos

Gitmeden yaptığım araştırmalara göre rezervasyon kabul etmedikleri için uzunca bir bekleme sırası oluyormuş ama biz gider gitmez yer bulduk. Gerçi bizden sonra o sıra yavaş yavaş oluşmaya başladı, ve gelen müşterileri yolun karşısındaki cafede bekletip masa boşalınca çağırmaya başladılar.

Menüde diğer seçeneklerin yanında Smoked ribbs ve Normal ribbs var. Normal olan daha yumuşak, diğeri daha aromalı. Ama ikisi de birbirinden lezzetli. Porsiyonlar çok büyük, mideniz küçükse veya çok aç değilseniz bir porsiyon çok rahat iki kişiye yeter.

 
Sonrasında De Prael diye kendi biralarını yapan çok keyifli bir bar’a oturduk. Çeşit çeşit bira var ve hepsi kendi üretimleri, gayet de lezzetli ve fiyatları uygundu. http://deprael.nl/

 
Son günümüzde Amsterdam’ı çevreleyen köyleri gezmeye karar verdik. Aslında çok fazla var tabi ama hepsini gezemeyeceğimiz için içlerinden Edam ve Volendam’a gitmeye karar verdik. Bunun için öncelikle tramvaya binip Central Station’a gittik.  24 saat geçerli tramvay bileti 7,5 €. Köylere giden otobüsleri bulmak için central station’ın içinden geçip üst tarafına gittik, gişedeki görevliden biletlerimizi aldık. Bir bilet 10 € ve tüm gün iniş – binişleri kapsıyor. Biz ilk olarak Edam’dan geçen otobüse bindik.


amsterdam-edam

amsterdam-edam

Amsterdam – Edam arası yaklaşık yarım saat sürdü. Yolculuk ise hiç sıkıcı değildi, sağımız solumuz her yer yemyeşil alanlarla kaplı, otlayan mutlu ineklerle doluydu. Hollanda peynirlerinin bu kadar lezzetli olmasının sebebi bu olsa gerek.
Edam, küçücük ama çok şirin bir yerleşim yeri. Bir kanal etrafında dizilmiş evler, aralarda köprüler, bir-iki tane cafe, bir küçük peynir dükkanı, bu kadar. Otobüsten indiğimiz yerden başka bir otobüse binerek Volendam’a gittik. Volemdam Edam’a göre daha büyük, daha turistik bir merkez. Ama yine de küçük bir balıkçı köyü. Çok taze ve lezzetli balık çeşitleri var. Hediyelik eşya almayı düşünüyorsanız buradan alabilirsiniz,  çeşit çeşit mağaza var, ve Amsterdam’ın neredeyse yarı fiyatına.
 
 
amsterdam-volendam

amsterdam-volendam

amsterdam-volendam

Volendam’dan kalkan tekneler ile Marken adasına gidiliyor, gitmediğimiz için bilemiyorum. Biz Volendam’ı çok sevdik, acayip şirin bir kasaba. Yan yana hediyelikçilerin yanında Cheese factory isimli bir peynir satış mağazası var. Amsterdam’ın içindeki mağazalar gibi aynı. Buralarda istediğiniz gibi tadım yapıp, beğendiğiniz peynirden alabiliyorsunuz. Bunun diğer peynir mağazalarından farkı alt katındaki peynir müzesiydi.
 
 
volendam-marken
 

volendam-peynir

Kasabayı gezmemiz bitince çok şirin bir cafeye oturup balık çeşitlerinden oluşan bir meze tabağı ve birkaç bira ile yorgunluğumuzu attık. Otobüsten indiğimiz yere geri yürüdük ve Amsterdam’a giden otobüse bindik. Hava kararmıştı ama bizim enerjimiz bitmemişti. Otobüsler kaç kere indi bindi yaptığın fark etmeksizin aynı fiyat olduğu için yol üzerindeki başka bir kasabada inmeye karar verdik; Waterland. Tabi çok karanlık olduğu için pek bir şey göremedik ama Edam gibi kanal çevresinde toplanmış evlerden oluşan bir kasaba izlenimi verdi bize. Ve otobüste inmeden önce bir bayana sormuştuk, buradaki evlerin çok güzel ve bir o kadar da pahalı olduğunu söylemişti bize. Yolumuza devam etmeden önce yol kenarında çok şirin gözüken bir kafeye oturup biraz da burada birşeyler yiyip içelim dedik. Ama biz burayı o kadar sevdik ki, resmen ayrılmak istemedik. Burası bizim gizli yerimiz oldu, aramızda kalsın : )
 
Ve son gün, otelimizden check out yaptıktan sonra hızlı bir kahvaltı sonrası bindik ilk geldiğimiz günkü otobüse, gittik havaalanına.
 
Amsterdam’a dair ayırt edici özelliklerden biri de, şehrin büyüleyici güzelliğinden başka, insanlarının güler yüzlü ve yardımsever olmaları. Otobüse binen herkes şoföre merhaba diyor, inerken teşekkür ediyor, otobüs şoförleri yolda karşılaştıklarında birbirlerine selam veriyorlar. Kuzeyin insanları daha soğuk ve bencil olur derler ama Amsterdam için böyle bir genelleme yapmak çok büyük bir haksızlık olur bence.
 
Amsterdam’da daha yapılacak o kadar çok şey var ki.. Biz günlerimizi böyle değerlendirdik ama yapılacaklar listesinde işaretlenmeyi bekleyen daha birçok şey var, müzeleri gezmek, (rijks museum, van gogh museum, stedijk museum, anne frank’ın evi), şehir kütüphanesine gitmek, ünlü konser salonunda bir klasik müzik konseri dinlemek gibi . Amsterdam’a bir ziyaret yetmez, bu yüzden, tekrar görüşeceğiz Amsterdam. 
 
 
amsterdam-kanal
 

18 Eylül 2014 Perşembe

Chios


Sakız’a Çeşme limandan kalkan vapurlarla gidiliyor. Ertürk Turizm ve Ege Birlik olmak üzere 2 farklı firma hizmet veriyor.  Biletinizi internetten aldıysanız limandaki ofise gidip check-in yapmanız gerekiyor. Her sabah 9:00 civarı Çeşme’den Sakız’a – her akşam 18:00 civarı ise Sakız’dan Çeşme’ye sefer var. Normal vapurlar yaklaşık 1 saat sürüyor, hızlılar 5 € daha pahalı ve 25 dakikada geçiyor komşu kıyıya.
 
cesme-liman-sakiz-feribotu
 

Limanda inince önce tabiki pasaport kontrol, sonrasında karşınıza çıkan araç kiralama şirketlerinden birinden araç kiralama işlemi. Aracınızı önceden kiraladıysanız ve konfirmasyonunuz varsa şanslısınız çünkü hafta sonları bu ofisler çok kalabalık oluyor, tabi ki birçok kişi araç kiralamak istiyor ama kısıtlı kaynak herkese yetmiyor. Biz sixt rent a car’ın web sayfasından günlüğü yaklaşık 33 €’ya (buna günlük navigasyon ücreti de dahil) aracımızı kiralamıştık. Adada navigasyon cihazına pek gerek kalmadı gerçi, bize verilen navigasyon cihazı çok kullanışsızdı, bu yüzden onu hiç kullanmadık ama hiç de kaybolma tehlikesi yaşamadık : )

Sakız adasının sahil kenarında yol üzerinde iki-üç katlı evlerin altında yan yana dizilmiş tavernalar ve cafeler mevcut. Burası o kadar enterasan ki, kendinizi İzmir Kordon’daymış gibi hissediyorsunuz ama bundan 50 sene kadar öncesine ışınlanmış gibi sanki. Çarşının içlerini gezdikçe de kendimizi tarihi Kemeraltı çarşısındaymış gibi hissettik.

Bir gece kalacağımız oteli önceden booking.com aracılığı ile Karfas bölgesinde yer alan Plaka Studios’dan ayarlamıştık. Çok temiz ve güzel bir oteldi, geceliği 2 kişi oda fiyatı 38 € ya konakladık. Karfas arabayla limandan 5 dakika sürüyor sadece.
 
Karfas sahili çok rüzgarlıydı biz gittiğimizde, ve uzaktan gördüğüm kadarıyla git git derinleşmeyen bir denizi vardı. Otelimize eşyalarımızı atıp adanın güneyinde yer alan volkanik plaj Mavra Volia’ya gittik önce. Çok büyük olmasa da büyüğe yakın, siyah taşlardan oluşan bir plaj. Şemsiye – şezlong yok, plajın biraz ilerisinde ufak bir büfe var. Buradan içecek ve yiyecek bir şeyler temin etmek mümkün.
 
mavra-volia-beach

mavra-volia-beach
 

Huzurlu bir yüzme molasının ardından Emporios liman’ına gittik. Plaja arabayla birkaç dakika uzaklıkta olan korunaklı bir liman burası. Çevrede 3 tane taverna var, denizin hemen kenarına masalarını atmışlar. Burada uzo içip güzel yunan mezelerinden yemek pek keyifliydi. Bu keyifli moladan sonra Pirgi ve Mesta köylerine uğradık, şöyle bir göz gezdirip adanın batısına Lithi Plajına doğru devam ettik. Bu plaj da keyifli, şirin bir plaja benziyordu. Plajın hemen arkasında birkaç tane taverna var, bazıları kumsala masalarını çıkarmışlar. Biz buraya varana kadar akşam olmuştu ama Emporios’ta yediklerimiz bizi çok fena tıkamıştı. Ve burası da çok rüzgarlıydı, o sebeple otelimize geri dönüp akşam yemeği için Chios merkez’e gitmeye karar verdik. O zamana kadar da bir miktar acıkmıştık. Tripadvisor’da ilk sıralarda yer alan Delfinia isimli taverna’ya oturduk. Aynı öğlen yaptığımız gibi uzomuzu söyledik, mezelerimizi yedik ve çok keyifli birkaç saat daha geçirdik.
 
chios-delfinia
 
chios-delfinia
 
Cumartesi günü adanın güneyini gezmiştik, Pazar gününü de adadının kuzey tarafına ayıralım dedik. Otelimizden check out yaptıktan sonra saat 11:00 gibi atladık arabamıza, başladık maceraya. İlk durağımız merkezi azcık geçtikten sonra yol üstünde gördüğümüz yel değirmenleri oldu. Burada fotoğraf molası vermeden olmazdı .
 
chios-yeldegirmeni


Glaroi Plajına gitmekti amacımız, yolda giderken aşağıda çok güzel bir plaj gördük, suyu o kadar maviydi ki, bize biraz Kaputaş’ı hatırlattı. Burada da mola verelim derken, bir baktık meğer burası zaten Glaroi plajıymış. Burayla ilgili okuduklarıma göre bu plajı daha çok yerel halk tercih edermiş, burası aynı zamanda akşamları çılgın partilerin yapıldığı bir beach club’mış.  O kısmını bilemiyorum ama burasıyla ilgili size söyleyebileceğim ilk şey denizinin aşırı soğuk olduğu. Ben derim 0 derece, siz dersiniz -5, o derece. Şezlong 2 € burada, şemsiye yanında hediye. Denize girip biraz ısındıktan sonra yola devam ettik, malum akşam dönüş var ve ne kadar çok yer görürsek kar .

 
chios-glaroi-beach

chios-glaroi-beach
 
Sıradaki ilk durağımız methini duyduğumuz Lagada, fakat yol üzerinde Ag. Isıdoros tabelası görünce, ben burayı okuduğumu hatırlıyorum, gidebilir miyiz dememle kendimizi çok güzel bir yerde bulduk. Küçük bir koy düşünün, koydan uzun ince bir yolla minik bir adacığa bağlanıyorsunuz, ve adada bembeyaz şirin bir kilise. Yolun her iki tarafında merdivenlerle denize girilebiliyor. Hiç turist yoktu biz gittiğimizde, yunanlı amca ve teyzelerle beraber denize girdik, kilise kapalı olduğu için çevresinde dolaşıp çanını çaldık.


chios-agios-isidoros
 
Bu büyülü yerden ayrılarak Lagada’ya doğru yola çıktık. Lagada’da dedikleri kadar varmış, yemyeşil ağaçlarla kaplı minik bir liman kasabası burası. Denizin hemen kenarında sıralanmış tavernalar sizi çağırıyor, buraya oturmayıp buz gibi bir Mytos içmemek olmazdı : )

chios-lagada
 

Adanın kuzeyine doğru devam etmek istiyoruz ama nereye gideceğimizi de pek bilmiyoruz. Google maps’ten bir koy beğenip oraya gitmeye karar verdik. Harita üzerinde korunaklı güzel bir koya benziyor burası. Neyle karşılaşacağımızı bilmeden bir süre yol aldık, ve sonunda gerçekten güzel bir yer keşfetmiş olmanın verdiği mutlulukla hemen denize koştuk. Sahil kimsecikler yok denebilecek kadar boştu, bizden başka 3-4 kişi daha vardı sadece, onlar da çıplaktı. Evet, yine bir çıplaklar plajına denk geldik, acaba bu bir mesaj mı : ))
 
chios-elinda-bay
 
Kısa bir yüzme molasının ardından artık limana dönmemiz gerektiğini farkedip hızlıca toparlandık, tam vaktinde limandaydık. Arabamızı teslim ettik, pasaport kontrolünden önce sakız likörlerimizi de aldık, artık mutlu ve huzurlu bir şekilde karşı kıyıya geçebiliriz.
 

Bu arada daha önce gittiğim yunan adalarında da görmüştüm ama Sakız’da çok fazla gördüğüm için değinmeden geçemeyeceğim. Yol üzerlerinde küçücük  kiliseye benzer yapılar var, içlerinde kandiller yanıyor.
 



 

Bu yapılara şapel deniyormuş, ve trafik kazasında orada hayatını kaybedenlerin yakınları tarafından yapılıyormuş. Hem hayatını kaybeden kişiyi anmak hem de diğer sürücülerin dikkatli kullanmasını sağlamak amacıyla. Belli aralıklarla da gidip şapelin bakımı yapılırmış.
 

 
Tekrar görüşene dek, elveda Chios ..
 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

2 Eylül 2014 Salı

sam sim som samos


Samos’a gitmek için Kuşadası’ndan kalkan feribotlara binmeniz gerekiyor. Feribotlar tek bir firmaya ait. Farklı acentalar aracılığı ile temin edebilirsiniz biletinizi ama esas firma Meander Turizm. Gidiş – dönüş bilet fiyatı 55 Euro. Kuşadasından sabah saat 09:00’da kalkıyor feribot ve yol yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Dönüş feribotu ise Samos’dan 17:00’de.

 
izmir-samos-feribot
 

Samos’da indiğinizde önce tabiki pasaport kontrolünden geçiyorsunuz, sonra karşınıza birkaç araç kiralama ofisi çıkıyor. Pegasus rent a car, By ship rent a car gibi. Hepsinin fiyatı yaklaşık aynı. Küçük araçlar kategorisindeki araçlar 35-40 € günlük. Biz Pegasus’tan kiraladık aracımızı, hiç bu kadar kolay olmamıştı araç kiralamak. Ne bir teminat ne başka bir şey. Alıyor musunuz alıyoruz, hadi görüşürüz : )

Otelimizi booking.com’dan ayarladık. Samos bay hotel. Oteli çok beğendim, kesinlikle tavsiye ederim. Otel şehir merkezine çok yakın, hemen önünde kendi plajı var, personel güleryüzlü ve yardımsever, kahvaltısı çok zengin.
 
samos-bay-hotel

samos-bay-hotel
 

Ada büyükçe. Haftasonu için gidiyorsanız eğer bizim gibi, her tarafını gezmeniz mümkün değil. Bu nedenle bazı yerleri eleyip bazılarına öncelik vermeniz gerekiyor.  Biz deniz kum güneş öncelikli bir tatil modunda olduğumuz için adanın iç kısımlarını, köylerini gezmedik hiç. Yalnız özellikle belirtmek istiyorum ki, ben bu kadar güzel deniz görmedim. Böyle mavilik hiçbir yerde yok. Su altında görüş nerdeyse 50 metre vardı ve cam gibiydi.

İlk gün otelimizi bulup yerleştikten sonra Kerveli plajına gittik.

kerveli-plaj
 
Küçük bir plaj. Sahil kenarında bir taverna var, karın doyurup birkaç bira içmek için ideal. Sahil ise çok huzurlu, ağaçların altında uyumalık tam. Oradan Pythgorion kasabasına gittik. Burada Pisagor yaşamış zamanında. Çok şirin mağazalar var sahile inerken yol boyunca. Sahilde ise bir marina, güzel tekneler, yan yana restaurant ve cafe’ler. Sahilin en ucunda da Pisagor heykeli.
 
 
samos-pythgorion
 
 
Burada her mağazada Pisagor bardakları satılıyor. Bardak dışarıdan normal bir bardak gibi gözükmekle beraber aslında içinde bir çıkıntısı var. Bardağın içine koyduğunuz sıvı eğer bu çıkıntıyı geçerse, sıvı birden bardaktan boşalmaya başlıyor. Dediklerine göre Pisagor’un bu bardakla anlatmaya çalıştığı şey; "aza kanaat etmeyen, çoğu bulamaz" imiş.

Akşam yemeği için ise istikametimiz Kokkari. Burası bir burnun etrafında yoğunlaşmış çok şirin minik bir kasaba, denizin hemen kenarında restaurant’lar, cafe’ler, iç kısımlarda alışveriş yapmak için hediyelik eşya satan dükkanlar var. Adanın diğer kısımlarına göre daha rüzgarlı olduğu için surf yapanların tercihiymiş. Kokkari’de burnun sağ tarafında cafe’ler ve restaurant’lar var. Hepsinin önünde kendi plajı var. Buradan hem denize girebilir, şezlonglarından faydalanabilir hem de yemeğinizi yiyebilirsiniz. Burnun diğer tarafında ise denize sıfır restaurant’lar yanyana sıralanmış. Biz bir tanesine oturduk, şansımıza tam denizin kenarında bir masa boştu. Mezemizi söyledik, uzomuzu içtik. Bugüne kadar farklı uzo’lar içtim ama en aromatik, en güzel olan Palmari marka olan uzo bence. Çok keyifli bir akşam geçirdik burada.


samos-kokkari

samos-kokkari
 
 
Ertesi sabah otelden check out yaptıktan sonra Kokkari tarafında olan Tsamadou Plaj’ına gitmeye karar verdik. Adaya gitmeden burayla ilgili güzel yazılar okumuştum zaten. Plaj tabelasını görünce aracımızı park ettik, ve patikadan aşağı doğru inmeye başladık. Manzara görülmeye değer gerçekten. “Mavi ve yeşilin buluştuğu” deriz ya hep, işte öyle bir şey.
 
tsamadou-samos

tsamadou-samos

tsamadou-samos

Plaja iner inmez şaşırmayın çünkü plajın sağ kısmı çıplaklara ait : ) Sol tarafa doğru gittikçe mayolu insanları görmeye başlıyorsunuz. İlk bulduğumuz şezlonga oturduk biz, yürümeye daha fazla dayanamayıp kendimizi o masmavi sulara atmak istedik bir an önce. 2 şezlong ve 1 şemsiye burada 6 Euro. Ama biraz daha ilerlerseniz eğer, o taraflarda 2-3 mekan var, şezlongları da bedava. Nasılsa birşeyler yiyip içecekseniz bu tarafta takılmak daha mantıklı.

Acıkınca ilerideki mekanlardan birine gidelim dedik biz, o sayede keşfettik bunu. Soulvaki yedik gittiğimiz yerde. Bizim şiş kebap’a benziyor, gayet lezzetliydi.


Ve maalesef saat feribot saatine yaklaşınca bindik arabamıza, şehir merkezinde aldığımız yerde aracımızı teslim ettik ve feribotumuz gelince de başladı geri dönüş yolculuğu.

 
 
Özet olarak Samos’a giderken çok bir beklentimiz olmadığından mı bilmiyorum ama bu adayı epey beğendik biz. Gezemediğimiz kısımları gezmek için bir daha gitmemiz gerekecek sanıyorum : )