Yeni bir uzak rotanın heyecanı sarmışken beni, geçen sene (2017) Aralık ayında gittiğimiz Güney Afrika notlarımı hala düzenlememiş olduğumu hatırladım. Biraz bilinçli bir erteleyişti bu aslında, çünkü son zamanlardaki blog ve içerik artışı kendi yazdıklarımı kıymetsiz görmeme neden olmuştu. Benim blogger olmak veya her gittiğim yeri yazmak gibi bir iddiam olmadı hiçbir zaman. Aşık olduğum duygu; yeni yerler keşfetmek sonra da bu keşfettiğim yerlerde büyülendiğim anları kelimelere dökmek oldu hep. O yüzden yeniden beyaz bir sayfa açtım ve Güney Afrika seyahatimizin bende iz bırakan kısımlarını yazmaya başladım. Bugüne kadar yazdıklarımla bir kişiye bile faydam dokunmuşsa, ne mutlu bana : )
** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** **
Güney Afrika uçak biletlerini İstanbul – Cape Town (Qatar Havayolları) gidiş, Johannesburg – İstanbul (Türk Havayolları) olacak şekilde almıştım. Güney Afrika’nın suç oranı en yüksek şehirlerinin başında olan Johannesburg’u görmek niyetinde değildim aslında ama Kruger National Park’a gitmeyi kafaya koyduğum için dönüşü de Johannesburg üzerinden gerçekleştirdik. Bu sayede de aktarmasız olarak direkt İstanbul’a uçtuk.
Kısa Kısa Güney Afrika
Güney Afrika güney yarım kürede yer alıyor. Biz kış mevsimini yaşarken Güney
Afrika’da yaz mevsimi yaşanıyor. Ülke Türklerden vize istemiyor. Para birimi
ZAR. Yaşam çok ucuz değil ama çok pahalı da değil. Sanırım Türkiye’de alışık
olduğumuz düzeyde. Biz gittiğimiz dönemde özellikle Cape Town ve civarında
ciddi bir su sıkıntısı vardı. Şu anki durumu bilmiyorum ama biz oradayken
birçok otelde ve restoranda musluklardan su akmıyordu, onun yerine el
dezenfektanları vardı. Tuvaletlerdeki su ise gri su denilen kullanılmış su idi
(tuvaletler, çamaşır makinesinde kullanılmış suyu tekrar kullanıyordu yani) Orada yaşayan insanların evlerinde bir günde kaç metreküp su kullanacağını devlet belirliyordu.
Ülkede yaşayan herkes çok cana yakın. Herkes birbiri ile selamlaşıyor. Bir bara gittiğinizde sizin gibi turist olmayan, orada yaşayan farklı farklı 4-5 çiftle tanışıyorsunuz ve hepsi kendiliğinden sizin yanınıza geliyor, siz ekstra bir çaba harcamıyorsunuz lokallerle sohbet etmek için. Fakat beyaz ırk ve siyah ırkın yaşam standartları arasında uçurumlar var. İyi işlerde, iyi evlerde hep beyazlar var. Taksi şoförleri, kasiyerler, otopark görevlileri ise hep siyahiler.
Ülkede yaşayan herkes çok cana yakın. Herkes birbiri ile selamlaşıyor. Bir bara gittiğinizde sizin gibi turist olmayan, orada yaşayan farklı farklı 4-5 çiftle tanışıyorsunuz ve hepsi kendiliğinden sizin yanınıza geliyor, siz ekstra bir çaba harcamıyorsunuz lokallerle sohbet etmek için. Fakat beyaz ırk ve siyah ırkın yaşam standartları arasında uçurumlar var. İyi işlerde, iyi evlerde hep beyazlar var. Taksi şoförleri, kasiyerler, otopark görevlileri ise hep siyahiler.
İlk Durağımız Cape Town
Güney Afrika’daki ilk durağımız Cape
Town şehir merkezi idi. Cape Town’un en
meşhur caddesi olan Long Street’te, hediyelik eşya cenneti olan Green
Market’e çok yakın stüdyo bir daire kiraladık Airbnb’den. Yaklaşık bir hafta kaldığımız
bu daireyi kiralarken dikkat ettiğim noktalar; apartmanın kendi otoparkı olması
(çünkü Cape Town’da park yeri ciddi bir problem ve araç hırsızlıkları çok fazla gerçekleşiyor) ve apartmanın kendi güvenliği olmasıydı.
Aracı hemen kiralamayıp Afrika’ daki ilk
birkaç günümüzde Uber kullandık. Daha önce hiç kullanmadığımız Uber, Cape Town’da
çok yaygın ve gayet de güvenli.
V&A Waterfront şehrin eteklerine kurulu Table Mountain manzaralı, deniz
kenarında, çok büyük, turistik bir alışveriş merkezi. İçinde her çeşit mağaza,
restoran, cafe, bar, canlı müzik yapan çalgıcılar, dönme dolap, farklı deniz
canlılarına ev sahipliği yapan büyük bir akvaryum vb. her şey mevcut. İlk
akşamımızı burada geçirip hem üzerimizdeki yabancılık duygusunu attık hem de
Cape Town için güzel bir başlangıç yapmış olduk.
Table Mountain’a gitmek için
havanın sakin olduğu bir gün seçmek gerekiyormuş. Çünkü bazen sisten ve
rüzgardan çıkışlar iptal ediliyormuş. Havanın gözümüze sakin gözüktüğü bir gün
biletlerimizi orada çok sıra beklememek için ev sahibimizin tavsiyesi ile internetten
satın aldık. İyi ki de öyle yapmışız çünkü teleferik sırası için oluşan kuyruk
tek başına epey vaktimizi aldı, bir de bilet almak için beklememiz gerekmedi neyse ki. Yukarı çıkmak için farklı trekking rotaları da mevcut ama o gün bizim
tembelliğimiz üstümüzdeydi ve teleferiği tercih ettik. Yukarı çıkarken
unutmamanız gereken en önemli şey yanınıza rüzgarlık gibi bir ceket almak. Çünkü
yukarısı çok soğuk. Hatta Cape Town’da bir günde dört mevsim yaşanıyor desem
yanlış olmaz herhalde çünkü hava bir bunaltacak kadar sıcak oluyor, bir battaniye & sıcak çikolata ikilisini özletecek kadar buz kesiyor. Bu yüzden her
seferinde biz evden çıkarken ince giyinip sırt çantamıza kalın kıyafetler
alıyorduk. İster trekking yaparak ister teleferik ile olsun, bir şekilde yukarı çıktınız mı Table Mountain inanılmaz manzaralar sunuyor. Aynı zamanda çok
güzel bir bitki örtüsüne sahip ve değişik hayvanlara da ev sahipliği yapıyor.
Bir akşam güneş batışını izlemek için
şehrin simgelerinden olan Signal Hill’e gittik. Hayatımda izlediğim en büyülü
günbatımı olabilir. Dönüşümüz biraz sancılı olmuştu gerçi çünkü hiçbir Uber aracı
bizi dağın tepesinde ve şehrin ters bir tarafında kalan bu yamaçtan almaya gelmedi ve biz bir
araç bulana kadar karanlıkta bir başımıza neredeyse aşağı kadar yürümüştük. O yüzden eğer aracınız varsa, Signal Hill'e kendiniz gidin. Park yeri bulmak biraz sıkıntı olabilir ama birkaç tur attıktan sonra illa ki bir yer bulunur.
Bo-Kaap Cape Town’da Müslümanların
yaşadığı bir mahalle. Hani internette sıklıkla denk geldiğimiz rengarenk evler
var ya, işte o evler Bo-Kaap’da. Çok büyük bir mahalle değil açıkçası, sadece birkaç
sokaktan meydana geliyor ama inanılmaz fotojenik bir yer ve Cape Town’a
gitmişken bence uğrayıp birkaç kare fotoğraf çekmeden dönülmemesi gerekiyor.
Bir günümüzü Hop-on Hop-Off tur otobüsüne ayırdık. Bilet satan acente ve otobüslerin
ilk durağı hemen evimizin yanındaydı. Bu sebeple hayatımızda ilk defa böyle
turistik bir aktiviteye katıldık ama hiç pişman olmadık, tersine çok eğlendik. Yalnız
otobüsün üst katı açık olduğu için, keşke burada otururken güneş kremi sürmeyi
akıl etseymişiz, çünkü bu bildiğiniz güneş değil, Afrika güneşi. Bir günde ne
kadar yandığımızı hayal gücünüze bırakıyorum : )
Bu arada tur otobüsünde iki farklı
rota var, siz görmek istediğiniz yerlere göre bir rotayı tercih ediyorsunuz. Ve
otobüste Türkçe dil seçeneği de mevcut. Bizim tur otobüsündeki ilk durağımız Kirstenbosch National Botanical Garden
oldu. İnanılmaz büyük, inanılmaz renkli, çok rahat bir şekilde saatler
geçirebileceğiniz, dikkat etmezseniz gezerken kaybolabileceğiniz, gitmişken
yanımıza keşke bir şeyler alsaydık da şu ağacın altında piknik yapsaydık
diyeceğiniz bir yer burası. İçindeki bitki çeşitliliğinden bahsetmiyorum bile.
Bu
güzel parkı gezdikten sonra tekrar otobüsümüze binip sahildeki semtleri gezdik. Camps Bay, Seapoint, Cliffton
Plajları gibi. Bu semtlerde daha çok Cape Town'un zengin kesimi yaşıyor. Bence aralarından en güzeli Cliffton Beach, en turistik olanı
ise Camps Bay. Gözünüz yiyorsa buralardan denize de girebilirsiniz ama insanlar
genelde plajda takılmayı tercih ediyorlar çünkü su inanılmaz soğuk. Sebebi ise mevsim
itibariyle güney kutbunda eriyen buzullar.
Ertesi gün kiraladığımız arabayı
teslim alma günümüzdü. Arabayı teslim alırken görevlinin önerisi ile full
kapsam sigorta yaptırdık ve haliyle ödeyeceğimiz rakam yükseldi. Ama buradaki
suç oranı, araba hırsızlığı gibi noktaları göz ardı edemedik.
Arabayı kiraladığımız gibi ilk işimiz
ünlü Chapman’s Peak yolundan geçmek
oldu. Bu yol yaklaşık yarım saat kadar sürüyor. Ücretli, bir gidiş bir geliş,
çok virajlı ama sunduğu manzaralar öyle böyle değil. Hele bir de gün batımına
denk gelirseniz…
Cape Town’a gitmeden önce şehrin kuzeyinde
kalan çok salaş bir restoranda rezervasyon yaptırmıştık. Bu restoran deniz
kenarında. Kumsalda tahta masalarda yalın ayak oturup, size ardı ardına sunulan
10 çeşit balık ağırlıklı yemeği yiyorsunuz. İstiyorsanız oradan da içeceğinizi
temin edebilirsiniz ama kendi içkinizi yanınızda getirmek serbest. Die Strandloper isimli bu şirin mekanda
olay aslında yemek yemek değil, o salaş havayı solumak ve bir tam gün
aktivitesine dönüşen güzel bir gün geçirmek.
Yemekler mekanın tam ortasında yanan ateş üstündeki ocaklarda pişiyor,
taze taze sunuluyor. Çatal bıçak yok, temizlenmiş midyeleri kullanıyorsunuz
çatal bıçak yerine. Çok değişik bir deneyimdi ama bir o kadar da keyifli bir
gündü.
Buraya kadar gelmişken West Coast
National Park’a da uğramamak olmazdı. Burada minik bir koy bulduk ve
korunaklı kaldığı için bir nebze daha ılık olan suya bile girdik. O yediğimiz
10 öğünü bir şekilde eritmemiz gerekiyordu, değil mi : )
Başka bir gün Noordhoek yakınlarında Cape Point Vineyards'a gittik. Community Market denen bir şey vardı o gün. Yani iç mekanda içecek ve
yiyecek standları var; bunlardan istediğiniz aldıktan sonra göl kenarındaki
çimlerde oturup manzaranın keyfini çıkartıyorsunuz. Hayatımda geçirdiğim en
huzur dolu birkaç saati orada geçirmiş olabilirim. Bir de çok romantik bir
evlenme teklifine şahit olmuştuk.
Elveda Cape Town, Ver elini Simons Town
Ve artık Cape Town’dan ayrılıp Simons
Town’a geçme günümüz gelmişti. Birkaç gün de burada kalacak ve çevreyi burayı merkez alarak gezecektik. Simons Town minik bir
sahil kasabası. En meşhur olduğu şey ise Boulders Beach ve orada yaşayan penguenler.
Boulders Beach inanılmaz
kalabalık oluyor. Yanyana plajlardan oluşuyor, bir plajdan diğerine geçmek için
kayaların ya üstünden tırmanmanız ya da altından sürünmeniz gerekiyor. Tabi ki
herkes bu tarz aktivitelerde bulunmayı tercih etmediğinden ilk plajdan sonraki
plajlar daha az kalabalık oluyor. Burada penguenlerle yan yana oturup gününüzü
geçirebiliyorsunuz. Hayatımda hiç bu kadar çok fotoğraf çektiğimi
hatırlamıyorum. O kadar şirinler ki; paytak paytak yürüyüşleri, sakin sakin
uyuyuşları, kardeş kardeş oynaşmaları… Çektiğiniz hiçbir fotoğraf yetmiyor
sanki. Bir kare daha, bir kare daha derken hafızalar doluyor…
Yan yana sıralanmış renkli
bungalovların olduğu bir plaj var ya; işte orası ünlü surf plajı Muizenberg. Sanki etrafta sizden başkası yokmuş gibi fotoğraf
çektirmek mümkün ama işin doğrusu plaj aslında inanılmaz kalabalık. Aynı renkli
bungalovlardan hemen yan koy olan St James Beach’de de var ve burası sanki
biraz daha tenha.
Hout Bay ise fokları görmek, sahilde oturup soğuk bir bira eşliğinde enfes deniz ürünleri yemek için gidilebilecek minik bir sahil kasabası. Özellikle Chapmans Peak Hotel'in kalamarı çok meşhur ve terasında oturup fokları izleyebilirsiniz.
Bilmiyorum duymuş muydunuz ama Güney
Afrika’nın şarapları çok meşhur. Üzüm bağları ve şarap evlerinin toplandığı
alan ise Stellenbosch ve Franschhoek. Bir günümüzü buralarda dolanarak
geçirdik. Birçok bağ evi var ve istediğinize gidip ister tadım yapıyorsunuz,
isterseniz de oturup adam akıllı bir yemek yiyorsunuz. Şaraplar gerçekten
efsane. Hele Pinotaj denen özel bir üzümleri mevcut ki, ne siz sorun ne ben
anlatayım. İçtiğim en güzel kırmızı şarap olabilir, tadı hala damağımda.
Bir de bütün bu bağ evleri arasında
işleyen bir tramvay var, ama bizim gibi son tramvayı kaçırırsanız kendi ulaşımınızı
kendiniz sağlamanız gerekiyor. Neyse ki biz buraya kendi aracımız ile gelmiştik ve geniş bir
çevreye yayılmış bu bağ evlerinden bazılarını gezme ve iki tanesinde oturup
tadım yapma şansımız oldu.
Güney Afrika’nın en ucu olan ve
denizcilerin korkulu rüyası olarak anılan Cape
of Good Hope yani Ümit Burnu çok büyük bir milli park. Farklı trekking
rotaları mevcut. Ve her yerde hırsız babunlar var. Bir babun gözümün önünde bir
kadının elinden sandviçini çaldı. Kadın korkudan kalp krizi geçirecekti
neredeyse… Önce Cape Point fenerine çıktık. Buraya finiküler ile
çıktık, yürüyerek aşağı indik. Gördüklerimiz tek kelimeyle muh-te-şem idi. Uzun
bir trekking sonrası vardığımız Ümit Burnu’nu dönen bir yelkenliye şahit olmak
ise taze bir yelkenci olarak tüylerimi diken diken etmeye yetti. Ben de bir gün
bilmediğim denizlerde yelken açacak ve o duyguyu tadacağım umarım.
Cape Town civarındayken yaptığımız bir
diğer aktivite ise The Old Biscuit Mill’e
gitmek oldu. Burası haftada bir gün panayır havasında takılan; tasarım dükkanların,
çeşit çeşit yemek standlarının, restoranların, hatta canlı müzik dinletilerinin
yer aldığı inanılmaz tarz bir mekan. Aynı kendisi gibi tarz olan Woodstock semtinde yer
alıyor. Kendimi bir an üniversite bahar şenliklerinde gibi hissettiğim The Old Biscuit
Mill’den çok keyif almıştım. Keşke birden fazla gitme şansım olsaydı.
Kruger National Park
Aslında sadece Cape Town civarına
gidecekseniz aşı olmanıza gerek yok ama Kruger Ulusal Parkı’na uğramayı
düşünüyorsanız seyahat öncesi size en yakın seyahat sağlık merkezine uğramanızı
öneririm. Çünkü bölgede sıtma ihtimali var ve sizin de daha parka gitmeden önce
önleyici sıtma haplarına başlamanız gerekiyor. Bir 4 gün kaldığımız için
gitmeden önce başlamak ve Türkiye’ye döndükten sonra da devam etmek üzere
toplam 4 sıtma önleyici hap içmiştik. Sıtma virüsü sivrisinekler aracılığı ile
taşındığı için bolca sinek ilacı da cabası…
Kruger çok büyük bir park. İsterseniz
park içinde yer alan kamplarda, isterseniz de parkın farklı kapılarına yakın
kasabalardan birinde kalabilirsiniz. Park içindeki kamp alanları dışarıdakilere
oranla çok pahalı. Bu sebeple biz parkın kapılarından birine yakın olan Hazyview isimli bir kasabada kaldık. Kaldığımız
otelde kocaman bungalovlar vardı. Yanımızda bir de Güney Afrikalı arkadaşımız olduğu için hiç yabancılık çekmedik. O bizi Nelspruit havalimanından aldı
ve evimize yerleştik. Her yer yemyeşil, gördüğüm en sevimli hayvan olan impalalar
koşturuyor çayırlarda. Gece olunca hiçbir ışık kalmıyor ve etrafta yaban
hayvanların sesinden başka hiçbir ses duyulmuyor. Bir de akşamları kaldığınız evden
pek uzaklaşmamanız gerekiyor çünkü etrafta dolaşan bir hipopotamla veya
timsahla karşılaşma ihtimaliniz çok yüksek. Daha önce hiç böyle bir deneyim
yaşamamıştım, çok keyif aldım.
Orada kaldığımız günler boyunca her
gün gerek sabahın köründe gerekse de gün ortasında parka giriş yaptık. Park kapıları
sabah erkenden açılıyor ve hava kararmasına yakın kapanıyor. Hangi saatte içeri
girmiş olursanız olun, kapılar kapanmadan dışarı çıkmanız gerekiyor.
Park bizdeki doğal yaşam parkları gibi
değil tabi ki. Hayvanlar içeride serbest dolaşıyorlar ve siz parka girerek
onların yaşam alanlarına girmiş oluyorsunuz. Bu sebeple aracınızdan çıkmak,
özel dinlenme alanları hariç serbestçe dolaşmak tehlikeli. Aracınızla park
içinde, çevrede dolaşan hayvanları görebilmek için çok yavaş bir şekilde
dolaşıp duruyorsunuz. Park içindeki temel aktivite bu şekilde. Bol bol fil,
zürafa, timsah, maymun, hipopotam, geyik ve bir kere de leopar gördük. Leoparlar
avını (impala örneğine şahit olduk biz) gündüz avlamışsa, onu başka avcı
hayvanlar yemesin diye bir ağaca çıkarıp orada bırakıyor. Ve sen ağaçta asılı
duran ölmüş bir impalaya tanık olursan anlıyorsun ki leopar her an gelip
ziyafetine başlayacak. Bu tabi ki benim tanık olmak istemeyeceğim bir an ama
doğal yaşamın da ta kendisi aynı zamanda. Ve insanlar bu ana tanık olmak için
saatlerce yol kenarında arabalarının içinde bekliyorlar.
Suçluların Başkenti Johannesburg
Johannesburg Güney Afrika’nın en
ticari şehri. En fazla iş imkanı bu şehirde var. Tabi suç oranı da en çok
burada yaygın. Kapının önüne park ettiğin arabanı sabah evden çıktığında
yerinde bulamamak çok olağan bir durum. Kaldığımız evin karşısındaki büyük
parkta dolaşırken geçtiğimiz hafta burada bir ceset bulunduğunu öğrenmiştik.
Bu bilgiler belki suç oranlarının çok
düşük olduğu Kuzey Avrupa vatandaşlarını tedirgin ediyordur ama bizce Güney
Afrika Türkiye’den tehlikeli değil. Ülkede bulunduğumuz süre boyunca gerekli
özeni gösterdik ve başımıza hiçbir kötü hadise gelmedi.
Johannesburg’da insanlar çok güzel
evlerde, bahçeli villalarda oturuyorlar. Ama bu villalar hep yüksek duvarlar ve
elektrikli çitlerle kaplı. İnsanlar bir yere gideceklerse, güvenlik sebebiyle yürümek yerine arabalarıyla gitmeyi tercih ediyorlar.
Sadece bir gün kaldığımız bu şehri çok fazla gezmedik ama gezdiğimiz diğer yerler o kadar güzeldi ve bizi o kadar mutlu etti ki, burasının eksikliğine o kadar da fazla üzülmedim.
Sadece bir gün kaldığımız bu şehri çok fazla gezmedik ama gezdiğimiz diğer yerler o kadar güzeldi ve bizi o kadar mutlu etti ki, burasının eksikliğine o kadar da fazla üzülmedim.
G. Afrika’da havalimanlarında çok
yaygın olan bir uygulama ise bagajınızı streç film ile kaplatmak. Daha önce
başka yerlerde de gördüğüm ama hiç anlam veremediğim bu uygulama da anlam
kazanmış oldu benim için. Hırsızlık o kadar yaygın ki, içlerinden bir şey
çalınmasın diye kaplanıyor çantalar.
Hediye alma işini havalimanına bırakmamak gerekiyor çünkü havalimanındaki mağazalar inanılmaz pahalı. En mantıklı alışveriş yeri Cape Town'daki Green Market'te kurulan standlar. Maskeden takıya, masa örtüsünden elbiseye her şeyi burada bulmak mümkün. Ama en önemli nokta pazarlık. Pazarlık becerinize bağlı olarak fiyatlar yüzde elliden fazla düşebiliyor.
** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** **
Hediye alma işini havalimanına bırakmamak gerekiyor çünkü havalimanındaki mağazalar inanılmaz pahalı. En mantıklı alışveriş yeri Cape Town'daki Green Market'te kurulan standlar. Maskeden takıya, masa örtüsünden elbiseye her şeyi burada bulmak mümkün. Ama en önemli nokta pazarlık. Pazarlık becerinize bağlı olarak fiyatlar yüzde elliden fazla düşebiliyor.
** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** ** **
Aradan bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen, şimdi geriye dönüp
baktığımda Güney Afrika seyahatinin en güzel seyahatlerimden biri olduğunu
düşünüyorum. Diğer gezilerimden çok farklıydı, çok kendine özgüydü. Kesinlikle bir
daha gitmek isterim. Ama dünya o kadar büyük ve keşfedecek o kadar çok yeri var
ki, bilmiyorum aynı yere bir daha sıra gelir mi…