Çok
uzun zamandır gezi yazısı paylaşamıyorum. Çünkü yeni yerler keşfedemiyorum.
Bunun sebebi bir süre önce bir yelkenli tekne sahibi olmamız ve bütün
enerjimizi ona harcamamız. Hala çok acemi olduğumuz için her fırsatta tekneye
gidip yelken yapıyoruz ve deneyim kazanıyoruz. Ama bu demek değil ki artık yeni
ülkeler, yeni insanlar, yeni kültürler tanıyamayacağız... 2016 yılının büyük bir kısmı bu şekilde
geçti belki ama geçtiğimiz Eylül ayında yelkenlimiz ile bize çok yakın bir
Yunan adası olan Simi’ye gittik. Tekne zaten Marmaris’te olduğu için, Simi
Adası da Marmaris’e çok yakın olduğu için en çok zevk aldığımız iki şeyi
birleştirmiş olduk; yelken yapmak ve yeni yerler keşfetmek...
Tam biz Simi’ye gitmeye karar vermiştik ki, Kestane Kırası fırtınası boy gösterdi.
Fırtınada çıkmaya cesaret edemeyince, geçmesini bekledik ve bu sebeple de seyir
planımızı iki gün erteledik. Fırtına geçince sabah erkenden çözdük palamar halatlarımızı
ve yeni bir maceraya doğru seyre başladık. Fırtına sonrası hava çok sakindi ve rüzgar
neredeyse yok denecek kadar azdı. Biz de Simi’ye olan bu ilk seyrimizi motor
seyri olarak gerçekleştirmek durumunda kaldık.
Kendi
yelkenlimizle gittiğimiz ilk Yunan adası olan Simi, benim için her zaman çok
ayrı bir yere sahip olacak. Ama adanın hakkını yemeyelim, Simi zaten çok şirin bir
ada. Limana girerken gördüğünüz ilk şey koyun yamaçlarına kurulmuş pastel
tonlardaki rengarenk evler oluyor. O an hayalimde canlanan şey bunun bir masal
olduğu, benim de bu masalın kahramanı olduğumdu...
Simi’ye
gitmek için illa ki tekne sahibi olmanız gerekmiyor elbette. Marmaris, Bodrum
ve Datça’dan veya çevredeki diğer yunan adalarından (Rodos gibi) adaya gelen yolcu gemileri mevcut.
Kısaca
adanın tarihinden bahsedecek olursak; Simi Adası (adanın Türkçe ismi Sömbeki bu arada) 1522 yılında Osmanlı egemeliği
altına girmiş. 1912’de İtalyan işgali başlamış. 1944’de İngilizler adayı üçüncü
kez ele geçirmişler. Ve 1945 yılında On iki adanın Yunanistan’a
teslimi anlaşması bizzat Simi’de imzalanmış. Adada bir arkeoloji müzesi ve bir
denizcilik müzesi bulunmakta. Ada halkı geçiminin büyük bir çoğunluğunu
süngercilikten sağlamakta. Bu sebeple de denizcilik müzesinin temelini sünger
dalıcı elbisesi, dalış makineleri, deniz süngeri çeşitleri gibi şeyler oluşturmakta.
Ada
genel itibariyle çok büyük bir ada değil. Çok fazla koy var ama bu koyların
çoğuna karayolu yok. Bu sebeple de tekneciler için Simi’nin yeri bir başka.
Simi’nin Dikkat İsteyen Limanı
Bizim
ilk gidişimiz olduğu için Simi’ye gitmeden evvel hem daha önce gidenlere
danıştık hem de rehber kitaplara baktık. Herkesin dikkat etmemizi söylediği
ortak nokta limanda demirlemek üzerineydi. Limanın dip yapısı biraz değişikmiş,
bu sebeple de demirlemekte sorun yaşanabiliyormuş. Liman “U” şeklinde, “U”nun
ortası çok derin ve sadece kenarları demir atacak uygun derinliğe sahip. Bu
sebeple siz örneğin limanın güney tarafına yanaşacaksanız, demirinizi limanın
kuzey tarafına yakın bir yere atmanız gerekiyor. Bunu aklımızda tutarak limana
girişimizi yaptık. Limanın girişinde hemen sağ taraftaki kulenin orada liman
polisi bulunuyor. Öncelikle oraya aborda olmak ve gerekli giriş işlemlerini
yapmak gerekiyordu. Ancak bizim limana giriş yaptığımız esnada aborda olmamız
gereken yerde çok büyük bir yolcu gemisi vardı. Biz de orayı es geçip doğrudan
limanın içine girdik ve demirleyecek uygun bir boşluk aramaya başladık. O
esnada kıyıdaki palamar bize ıslık çalarak bulunduğu yeri gösterdi ve oraya
yanaşmamızı söyledi. Biz de (dümende ben, demirde Fırat) önce karşı kıyıya
doğru gittik, sanki oraya baştan girecekmiş kadar yaklaştık ve uygun derinlikte
demiri attık. Sonra tornistan vererek ve yavaş yavaş zinciri gererek girmemiz
gereken yere teknemizi soktuk. Bu aşamada Fırat benimle çok gurur duyduğunu söyledi.
Genelde bir koyda kıçtan kara olacağımız zaman, ya da alargada kalacağımız
zaman zaten genelde dümeni ben tutuyorum, Fırat demirle ilgileniyor. Ama ilk
defa bir limana, başka teknelerin arasına teknemizi ben yanaştırdım.
Bu
arada limanın yapısı biraz dar, yani manevra alanı çok yok. Bizim orada
bulunduğumuz zamanlarda hiç rüzgar almadı, ama limana yanaşan büyük yolcu
gemileri dolayısıyla aşırı çok dalga oldu. Hatta bu dalgalar sebebiyle de
başımıza tatsız bir hadise geldi. Simi’deki ikinci günümüzdü ve Fırat’ın
çalışması gerekiyordu. Ben de fırsattan istifade yalnız başıma Simi’yi keşfe
çıkmıştım. Büyük yolcu gemisi o kadar çok dalga yapmış ki, bizim tekne ve yan
tekne bu dalgaların etkisiyle sallanmaya başlamışlar. O kadar çok sallanmışlar
ki, biminilerimiz birbirine değmiş, direklerimiz ucundan sıyırmış, bordalarımız
hasar almış. Bizim tekne mavi, yan tekne beyaz olduğu için çarpmanın etkisiyle malesef
mavi izler bırakmışız yan tekneye. Ama o teknenin sahibi de Türk ve neyse ki anlayışlı
biriydi. Sonuçta birbirimize verdiğimiz zarar ikimizden de kaynaklanmıyordu ve
ikimiz de durumu hoşgörü ile karşıladık.
Bağlanmamıza
yardımcı olan liman görevlisi bizden 6 Avro aldı ve bağlanma işlemlerimiz
bittikten sonra öncelikle pasaport polisine gitmemiz gerektiğini söyledi. Acele
etmeden işlerimizi bitirdik, teknenin güzelce bağlandığından emin olunca da
pasaportlarımızı ve teknenin evraklarını alıp limanın girişindeki kulenin oraya,
pasaport polisine doğru yola çıktık. Orada giriş işlemimiz yapıldı ve pasaportlarımıza
giriş damgası vuruldu. Sonra sırada gümrük vardı. Gümrük; limanın tam orta
noktasında. Gümrük’te de 30 Avro verdik. Sonra limanın öbür ucundaki liman
polisine gittik. Orada da translog bedeli 15 Avro verdik. Tüm bu işlemleri
kendi başımıza yani arada bir acenta olmadan, bir oraya bir buraya yürüyerek
gerçekleştirdik. İlk gidişimiz olduğu için acaba acentaya gerek var mı diye
düşünmüştük ama iyi ki de acentayı aracı etmemişiz. Çünkü işlemleri kendin
yapmak hem çok basit hem de işlerini halletmek için oradan oraya giderken bu
sayede ufak bir liman turu yapmış oluyorsun. İşlemlerden sonra tekneye döndük,
o esnada görevli bir bayan gelip kaç gün kalacağımızı, teknenin boyunu ve
elektrik isteyip istemediğimizi sordu. 15 metrelik tekne için 3 günlük bağlanma
bedeli toplam 47 Avro verdik. Bundan sonra ise özgürdük. Önce minik bir
tavernaya oturup karnımızı doyurduk. Artık adayı keşfetme zamanıydı.
Keşif Zamanı
İlk
günümüz Simi’nin şirin merkezini keşfetmekle geçti. İkinci günümüzde ise Fırat
çalışmak zorunda kalınca ben tek başıma gezdim, biraz alışveriş yaptım.
Simi’nin daha önce gittiğimiz diğer yunan adalarına göre bir miktar daha pahalı olduğu kanısına vardım.
Ada Türkiye’ye çok yakın, sezonda adayı ziyaret eden turistlerin çoğunluğunu
Türkler oluşturuyor, hatta duyduğum ve okuduğuma göre Temmuz – Ağustos
civarları limanda her yer Türk Bayraklı tekne olduğundan Türk koyu gibi oluyorrmuş.
Hal böyle olunca da Simi halkı Türklerin yemeye içmeye ve alışverişe verdiği
para konusunda cömert olduğuna uyanmış ve fiyatlarını son zamanlarda arttırmış.
Adadaki
üçüncü günümüzde ise araba kiralayıp gezmeye karar verdik. Önce adanın en
güneyine yani Panormitis’e gittik.
Kiralayacağımız araç acaba motor mu olsun yoksa araba mı diye ikilemde
kalmıştık ama iyi ki araba kiralamışız çünkü kaç tane dağ çıktık ve indik
bilmiyorum, bu dağları motor yerine araba ile çıkıp inmek haliyle daha konforlu
oldu bizim için. Panormitis’e gitmek yaklaşık 20-25 dakika kadar sürdü.
Panormitis neredeyse tüm koya hakim olan Archangel Michael Manastırı ile ünlü. Yöre
halkının inancına göre bu manastırın yapılışı Simi halkının Tanrıya olan
bağlılığını sembolize etmekteymiş. Manastırda biri kilise sanatına diğeri de
halk folkloruna ait iki müze, bir de Bizans dönemi sonrasına ait el yazmalarının
sergilendiği bir kütüphane bulunmakta. Yaz aylarında çok sayıda ziyaretçiyi
küçük bir ücret karşılığı keşiş inziva hücrelerinde misafir eden manastırı ziyaret
etmek isteyenler için büyük yolcu gemileri ve diğer tekneler için koyda
demirleme imkanı da var. Koyda manastır haricinde bir market ve bir restorandan
başka bir şey yok.
Panormitis’ten sonraki durağımız iskeledeki komşumuz Koray Ağabey’in tavsiye ettiği Marathouda koyu oldu. Ufak bir koy, koyun ilerisinde minik bir taverna, sahilde ise yiyecek için dilenen birçok keçi var. Serinlemek için minik bir deniz molası vermiştik ki, bir teknenin koya giriş yaptığını gördük. Nereye demir atacak, nasıl yanaşacak diye izlemeye başlamışken bir de fark ettik ki koya giriş yapan tekne bize orayı tavsiye eden Koray Ağabey’in teknesi. Ama onlar Rodos’taydı, burada ne işleri var acaba derken Fırat çaktırmadan onlara doğru yüzüp sürpriz yaptı. Akşam limanda birlikte yemek yemek için sözleştik ama zamanlarımız tutmadığı için yapamadık.
Marathouda’dan sonra Pedi’ye gittik. Burası da korunaklı bir koy olduğu için çok fazla tekneye ev sahipliği yapıyor. Sahilde eski hristiyanlık döneminden kalma vasilik kilisesine ait kalıntılar var, bunun haricinde restoran ve marketler de mevcut. Biz de hemen denizin kenarında bir restorana oturup bu güzel manzara eşliğinde acıkan karnımızı doyurduk.
Panormitis’ten sonraki durağımız iskeledeki komşumuz Koray Ağabey’in tavsiye ettiği Marathouda koyu oldu. Ufak bir koy, koyun ilerisinde minik bir taverna, sahilde ise yiyecek için dilenen birçok keçi var. Serinlemek için minik bir deniz molası vermiştik ki, bir teknenin koya giriş yaptığını gördük. Nereye demir atacak, nasıl yanaşacak diye izlemeye başlamışken bir de fark ettik ki koya giriş yapan tekne bize orayı tavsiye eden Koray Ağabey’in teknesi. Ama onlar Rodos’taydı, burada ne işleri var acaba derken Fırat çaktırmadan onlara doğru yüzüp sürpriz yaptı. Akşam limanda birlikte yemek yemek için sözleştik ama zamanlarımız tutmadığı için yapamadık.
Marathouda’dan sonra Pedi’ye gittik. Burası da korunaklı bir koy olduğu için çok fazla tekneye ev sahipliği yapıyor. Sahilde eski hristiyanlık döneminden kalma vasilik kilisesine ait kalıntılar var, bunun haricinde restoran ve marketler de mevcut. Biz de hemen denizin kenarında bir restorana oturup bu güzel manzara eşliğinde acıkan karnımızı doyurduk.
Pedi’den
dönüşte daha önce yürüyerek de keşfettiğimiz ve bizce gerçek Simi halkının
yaşadığı Horyo’dan geçtik yine.
Burada savaş döneminde tahrip olan terk edilmiş veya harabeye dönmüş eski
evlerin tekrardan restore edilerek kullanıma açıldığına tanık olduk. Horyo’nun en
büyük meydanı Halk Derneği Meydanı’nın etrafı hep tavernalar, mağazalar ve
kafeteryalar ile çevrili.
Gelelim Simi’de ne yenir ne içilir sorusuna. Adanın Türkler arasında en meşhur lokantası Manos isimli bir balık restoranı. Methini ben de çok duydum buranın ama duyduklarım yemeklerinin güzelliği hakkında değil, fiyatlarının pahalılığı hakkındaydı. Biz burada yemek yemedik. Onun yerine biraz tepelere çıkmayı hatta yolda birkaç kez kaybolmayı göze alarak Haritomeni Taverna isimli restorana gittik. O kadar açlığa ve yolda kaybolup çıkmaz sokaklara girmeye değdi doğrusu çünkü müthiş bir Simi manzarası eşliğinde yedik yemeklerimizi. Adanın en meşhur yemeği Simi karidesi bu arada. Buraya kadar gelmişken elbette yedim ama doğruyu söylemek gerekirse pek beğenmedim. Limanda yer alan Taverna To Spitiko isimli restoranı denedik bir akşamüstü, burası da gayet güzel minik bir restoran. Hem atıştırmalık bir şeyler var hem de oturup uzun uzun meze, balık, uzo yapılabilir. Horyo’da dolaşırken de kendimizi The Secret Garden isimli bir yerde bulduk. Burası gerçekten de adı gibi gizli bir bahçe. Özellikle burayı aramıyorsanız bulmanız biraz zor. Adada çoğu yerde Turkcell çektiği için internette yaptığım restoran arayışları esnasında karşıma çıkmıştı burası. Ancak malesef mekana gittiğimizde her yer rezerveydi ve hiç boş masa yoktu. Çünkü Cuma akşamları canlı müzik oluyormuş, ve zaten minik bir bahçede kurulu olan bu şirin restoran da o günler full çekiyormuş.
Gelelim Simi’de ne yenir ne içilir sorusuna. Adanın Türkler arasında en meşhur lokantası Manos isimli bir balık restoranı. Methini ben de çok duydum buranın ama duyduklarım yemeklerinin güzelliği hakkında değil, fiyatlarının pahalılığı hakkındaydı. Biz burada yemek yemedik. Onun yerine biraz tepelere çıkmayı hatta yolda birkaç kez kaybolmayı göze alarak Haritomeni Taverna isimli restorana gittik. O kadar açlığa ve yolda kaybolup çıkmaz sokaklara girmeye değdi doğrusu çünkü müthiş bir Simi manzarası eşliğinde yedik yemeklerimizi. Adanın en meşhur yemeği Simi karidesi bu arada. Buraya kadar gelmişken elbette yedim ama doğruyu söylemek gerekirse pek beğenmedim. Limanda yer alan Taverna To Spitiko isimli restoranı denedik bir akşamüstü, burası da gayet güzel minik bir restoran. Hem atıştırmalık bir şeyler var hem de oturup uzun uzun meze, balık, uzo yapılabilir. Horyo’da dolaşırken de kendimizi The Secret Garden isimli bir yerde bulduk. Burası gerçekten de adı gibi gizli bir bahçe. Özellikle burayı aramıyorsanız bulmanız biraz zor. Adada çoğu yerde Turkcell çektiği için internette yaptığım restoran arayışları esnasında karşıma çıkmıştı burası. Ancak malesef mekana gittiğimizde her yer rezerveydi ve hiç boş masa yoktu. Çünkü Cuma akşamları canlı müzik oluyormuş, ve zaten minik bir bahçede kurulu olan bu şirin restoran da o günler full çekiyormuş.
Üç
gün kaldığımız ve çok sevdiğimiz Simi adasına bu güzel üç günün sonunda veda ederek Orhaniye’ye gittik.
Ama bize bu kadar yakın olan bu şirin adaya ziyaretlerimiz eminim ki devam
edecek... : )